KARINCA MESELESİ
Yoldan geçen kamyonun odanın camına sıçrattığı suyun sesiyle uyandı. Cehennemin bir provasını yaşadığı bu eve emekli olur olmaz, sekiz sene önce taşınmışlardı. Çocuklar evlenmiş, artık büyük bir eve de ihtiyaç kalmamıştı. Hem bu taşındıkları bina daha yeniydi, ısınma sorunu yoktu hem
kendisi de eşi de artık yaşlanıyordu. ‘‘Bir zemin kata taşınmak bizim için daha güzel olacak’’ diye düşünmüştü. Tabii tüm bu çok mantıklı bahaneler bir kenara, eskiler ‘‘tebdil-i mekânda ferahlık vardır’’ derler. Artık hiç de iyi gitmeyen evliliğini bu yeni mekân belki feraha erdirecekti. Belki evlilikleri ilk evlendikleri gündeki gibi, Mebusevleri’ndeki ilk evlerine taşındıkları heyecanıyla tekrar dirilecekti.
İşte bu düşüncelerden tam sekiz sene sonra bugün, son üç aydır her gün olduğu gibi yapayalnız uyandı. Üç ay önce kavgaları dayanılmaz hale gelmiş, her kavgada adamı tokatlar gibi çarpan kapı sonuncu sefer adamın göğsüne bir yumruk indirir gibi sessizce kapanmıştı. Yaşlı adam hayatında yıkımlar yaşamıştı, çok defa kalbi göğüs kafesini zorlayacak kadar şiddetli atmıştı. Oysa onun için en büyük yıkım sükûnet içerisinde bir tüyün çok yüksekten yere inmesi gibi hülyalı oluyordu.
Tüm bu geçmişi sırayla aklından geçirdikten sonra yerinden doğruldu. Yağmur yağmış, yoldan geçen arabaların lastikleri emeklilere uyuma fırsatı vermemeye yemin etmiş gibi ses çıkarıyordu. Evin içerisinde de bir hareketlenme başlamıştı. Kornişin köşesindeki ağın sahibi örümcek âdeti olduğu üzere duvardaki tablonun arkasına girip girip çıkmaya başlamıştı. İki aydır bu saatte bu hareketi yapar, öğleden akşama kadar da kaybolurdu. Sonra ertesi sabah yine… Sonra yine… Asık suratıyla birlikte örümcek hakkında dayanaksız birçok fikir yürüttü. Sonra yavaşça yatağından doğruldu. Derin bir nefes almaya çabaladı. Çatık kaşlarıyla birlikte yataktan kalktı. Emekli bir asker olmanın verdiği disiplinle yatağını ‘‘bozuk para atılsa sekecek’’ muntazamlıkta düzeltti. Her daim kapının kenarına koyduğu terliklerini giyerek mutfağa yürüdü. Çayı koydu ve her sabahki gibi kaynamaya başlayan suya iki yumurta bıraktı. Bir, iki, üç, dört … seksen iki, seksen üç, seksen dört… Yumurtaların birisini seksen altıda birisini doksan üçte alırdı. Yine öyle yaptı. Her zamanki gibi masanın merkezine yumurtaları, çevresine yarım daire şeklinde reçeli, pekmezi, balı, peyniri, zeytini koydu. Çayına bir yarım çay kaşığı şeker karıştırdı. Asla ama asla şekli değişmeyen çatık kaşlarıyla birlikte kendi tabiriyle ‘‘sabah ajansını’’ izliyordu. Döviz, olaylar, trafik kazaları, öğrenciler… Haberler tam 8.50’de reklama girdi. Yaşlı adam pencereye doğruldu. Birazdan üst katta oturan bankacı Necati çıkacak ve bina kapısının ne kadar sert kapanacağını umursamadan hızlıca geçecek, önce kapının önündeki çiçeklikte sol ayağının bağcığını bağlayacak sonra da önü her iki yandan açılmaya başlamış seyrek saçlarını elini tarak yaparak düzeltip arabasına binecekti.
Bankacı Necati üç aydır ne yapıyorsa bu sabah yine öyle yaptı. Önce kapıdan hızlıca geçip sol ayağını çiçekliğin üstüne koydu. İpin her iki ucunu tutup iyice çektiği anda ‘‘paaaat’’ boşta kalan kapı zulme uğramış tüm kapıların sözcülüğünü üstlenerek protest bir şekilde, büyük bir şiddetle kapandı. Yaşlı adam gelen ses ile irkilip dişlerini sıktı. Sol bağcıklarını halleden Bankacı Necati eliyle saçlarını taradı. Camdan yansıyan suretine bakarak elleriyle saçlarını iyice yapıştırarak açıklıkları kapattı. Arabasına bindi. ‘‘Şu Necati ne garip adam!’’ dedi yaşlı adam kendi kendine. ‘‘Memur maaşıyla aldığı arabası çizilmesin, çöpleri toplayan Samsunlu kadın cuma günleri ziline basmasın… Kendi rahatı bozulmasın diye dünyayı apartmana dar eder, gece saat ikide çocuklarıyla güreşirken ya da sabah beşte karısıyla kavga ederken, balkonda sigara içip izmaritini bahçeye sallarken hiç de milleti umursamaz. Ah şunun gibi birisi benim bölüğümde olacaktı…’’
Yaşlı adam çatık kaşlarını Necati’nin üzerinden alarak kahvaltısına döndü. Mahallede ona yaşlı adam derlerdi ancak doğum yılı o kadar da geçmiş bir tarih değildi. Gerçi yaşlılık da doğum tarihiyle pek ilgili değildi. Emekli olalı sekiz sene olmuştu ancak kaşları sürekli çatık ve adımları hep kısa olduğu için yolda yürüyen bir insan harabesi gibi görünüyordu. Sokakta çıkan herhangi bir ses adamın evine ulaşmayagörsün, hemen camdan dışarı çıkar hiçbir kelime etmeden bakışlarını sesin kaynağına dikerdi. Sokakta oynayan çocuklar bağıranlara, çağıranlara, tehditler savuranlara asla aldırış etmez hatta oyun fazla eğlenceli değilse bilerek bu kişilerle uğraşırlardı. Yaşlı adam hariç, ondan daima korkarlardı. Necati’yi uğurladıktan sonra yaşlı adamın kahvaltı masasında küçük bir hrmgamedir başladı. Yaşlı adam gözünü birden kahvaltı masasının üzerindeki karıncaya dikti. Kendi boyutu kadar bir peynir parçasını tutmuş geri geri çekmeye çabalıyordu karınca. Yaşlı adam bir süre onu izledi. Kahverengi mutfak masasının üzerinde çok büyük bir çaba gösteriyordu, bu peynir parçasının bu siyah karınca için önemini düşündü. Dalgın bir şekilde düşünmeye başladı. Çekmeceye uzandı. Sigarayı bırakalı uzun zaman olmuştu. Eski zamanın adeti olduğu üzere, bir evde hiç sigara içilmese bile misafire ikram etmek için en kaliteli markadan bir paket bulundururdu. Paketi açmaya çalıştı ancak paketin açılması için dışarı sarkıtılan plastik parçasını bir türlü kavrayamadı. Paketin dışındaki plastiği yırttı ve sigaradan bir dal aldı. Sigaraya bakarak çatık kaşlarını bozmadan hafifçe tebessüm etti. Misafir sigarası… Sanki eve misafir geldiği vardı. Oturduğu yerden doğrularak ocağın yanındaki kibrit kutusuna uzandı. Kibritini, yaktığı hareketin son konumu sigaranın ucuna gelecek konuma getirdi, ateşledi. Kibrit kutusunu tekrar ocağın yanına bıraktı. Dikkatini tekrar koyu kahverengi masaya çevirdi. Masadaki karıncayı hayretle izlemeye başladı. Karınca, az önceki konumundan çok fazla ilerlememiş ancak peynir parçasını çekmekten de vazgeçmemişti. Çekiyor, çekiyor yolun doğrultusuna göre peynirin şekli kaydığı zaman bir adım ileri atıyor böylece peyniri tekrar doğru yola doğrultup çekmeye devam ediyordu. ‘‘Karınca olsam’’ dedi adam. ‘‘ Ufacık bir karınca olsam, tıpkı şu masanın üzerinde çabalayan zavallı gibi…’’ Artık monotonluktan nefret ettiğinin farkına vardı. Sanki onun dünyasında hep aynı bulutların altında hep aynı hayatlar yaşanıyordu. Baskıcı bir aile, askeri lise, harp okulu, lojmanda bir arkadaşının kardeşini kendine uygun görüp onunla evlenme, çocukları yetiştirme, askerleri yetiştirme, rahat, hazır ol, dikkat! Yaşlı adam ne dizini kanatabilmişti, ne aşık olmuştu ne de çocuklarını sevebilmişti. Disiplini bozan askerlere daima cezalar vermişti. Oysa şimdi fark ediyordu ki disiplini bozmak ne büyük bir nimetti. ‘‘Oysa şu karıncanın dünyasına bak. Yuvadan kafasını çıkardığı her gün bambaşka bir gün. Başında dev varlıklar devinirken, gökdelenler devrilirken, bir şehir büyüklüğündeki masa sürekli sallanırken ve her kış yuvası devasa bir kar örtüsüyle kaplanırken her gün yaşayan karınca, her gün yuvadan dışarı kafasını çıkartmak zorunda olan karınca. Bir karıncanın hayatı nasıl monotonlaşır? Kafasına sürekli bir kibrit kutusu düşme tehdidi varken. Ya da bir örümcek emeklilik hayatı yaşayabilir mi? Sert esen bir rüzgarla yuvası, hayatı darmadağın olma korkusu hep ensesindeyken.’’
Demek ki varoluş tehlike ile anlamlıydı. Sezai Karakoç’u pek tutmazdı. Oysa onun ‘‘Ah! Bir sarkaç gibi bir ölüme, bir hayata gidip gelen ruhlarla, sadece biyolojik yaşantının içinde vakit dolduran ruhlar arasında ne büyük uçurum vardır!’’ seslenmesi zamanı ve mekanı aşarak şimdi mutfak masasındaki karınca ve yaşlı emekli arasındaki uçurumun nitelemesiydi.
‘‘Bir de şu hayat diye sürdürmeye alıştığımız sefil alışkanlık"dedi. "Şu Necati’nin bilmem kaç yüz takside böldürdüğü arabasından var mı bir farkımız? Sadece enerji doldur, enerji boşalt. Çalış, ye, koş, baba ol, çalış, besle, çalış, emekli ol, emekli ol, emekli ol… Oysa hayatı bir karınca gibi yaşamak… Bir karınca gibi…"diye tekrarladı. "Bir karınca gibi. Her gün üstüne devrilecek dünyadan, bacağını ilk ekleminden koparmaya tehditle yaşayan insanlardan, iğrenilip üzerine bir takvim parçasıyla basılacak masadan bir parça peynir koparmak ve tüm varlığınla çeke çeke onu eve taşımak. Yolda başka bir karıncaya yahut daha büyük bir sincaba kaptırmak korkusuyla daima tetikte bulunmak ve eve girdiğinde üzerine devrilen dünyayı yenmenin sarhoşluğuyla ailene veya yuvana kavuşmak…’’ ‘‘Bir karınca gibi…’’ dedi kendi kendine. ‘‘Bir karınca gibi…’’
Belki de göğüs kafesinin en çok zorlandığı günlerde dahi disiplinin tahakkümünden kurtulamamış iki damla gözyaşı yavaşça sinekkaydı yüzünün üzerinden mutfak masasına damladı. Dünyayı üstüne yıkılmakla karıncayı tehdit ediyordu. Oysa yaşlı adamın üstüne yıkılalı çok olmuştu.
Ancak artık çok geçti.
‘‘Belediye otobüsü gelir şimdi’’ dedi. Çok geçmeden körüklü belediye otobüsünün çok kolayca daracık bir yerden geçtiğini gördü. Ön nereden giderse körük de onu takip eder diyerek gülümsedi. Elindeki sönmesine bir nefes kalmış sigaraya baktı. Gülümsedi. Derince çekti içine. Masaya bastırarak söndürdü sigarasını. Masada hareket devam ediyordu. Karınca hala peynire karşı onurlu mücadelesine devam ediyordu. Yuvası nerededir bilinmez ancak nedense hareketleri yuvasına çok yaklaşmış gibi rahatlamıştı. Adam, sönmüş izmariti bir kez de karıncanın üzerine bastı. Gülümsedi. Varoluşunu anlamlandırabilmiş ruhlar için bu dünya cehennemdi.
‘‘Saat on'a geliyor. Özel otobüs gelir şimdi.
Bu Necati ne halden bilmez adam yahu!..’’
Ali Anıl ŞENER
Yorumlar
Yorum Gönder