Ana içeriğe atla

YOL- Zehra ÇİFTÇİ

                             

“Ama bu bir bedenin değil ruhun uyanışı..."
    

                                  YOL

 Yükünü bıraktı. Trenin istasyona varmasına az kalmış, kalabalık hareketlenmiş, insanlar yüklerini ellerine almaya başlamıştı. Yüzünde ufak, anlamsız bir tebessüm ile yanından geçip giden kalabalığı seyreylemeye başladı. Her simada bir hikaye, bir iz arıyordu kendinden. Öyle ya, bunun için çıkmak istememiş miydi bu zamansız yolculuğa ? Zamansız yolculuklar onda bir huy olmuştu artık. Bir yere gider, orada bir süre kalır, anılar biriktirir, bu soluk anlamsız yaşamına bir mana arar, bulamayınca yükleri ile terk eder şehri. Kaçıncı sürgünüydü bu? O saymayı bırakmıştı artık. Belki boşuna kürek çekiyordu ama yine içinde bastıramadığı kuvvetli bir his onu bu yolculuklara mecbur kılıyordu. Artık renkler görmek istiyordu, duygular, manalı cümleleri kitaplardan çıkarıp içine taaa kalbinin derinine yazmak… Herkese haykırmak istiyordu. Madem bu kadar kuvvetli bir histi öyleyse tek yapabileceği ona boyun eğmekti. Az sonra tren büyük bir gürültü ile ağır aksak istasyona yaklaştı ve durdu. Yüklerini tekrar alıp biletini çıkardı iç cebinden. Yine yoldaydı. Yollar, onun en büyük dostuydu artık. Kıvrımlı, inişli çıkışlı tozlu ve yalnız… İçinde binlerce geliş ve gidiş saklı.  Trene binince cam kenarına oturdu hemen. Hep öyle yapardı bu yolculuklarda en çok yarenini, yolları, izlerdi. Birkaç dakika sonra  yaşlı bir amca gelip tam karşısına oturdu. Elinde eski bir bavul yamalı bir mont ve tüm yaşanmışlıklarının izi kalmış buruşuk yüzü… Gülümseyerek “Hayırlı yolculuklar, evladım.” dedi onun da derdi uzun, tatsız yolculuğuna bir ses bulmak, biraz olsun sohbet edip dinlenilmemişliğinin acısını çıkartmaktı. “Hayırlı yolculular.” Sesi öylesine soğuk, öylesine ruhsuz çıkmıştı ki amcanın bir daha onunla konuşmaya cesaret edememesini umuyordu. Başını tekrar pencereden dışarıya uzattı. Sonbahar gelmişti artık, yapraklar dökülmeye başlamış dirilmeden önce son ölümlerini tadıyorlardı. Ağaçlara tekrar tekrar baktı. Onlarda da kendinden bir şey görmeyi umuyordu. O da ölüyordu, ağaçlar gibi tek tek yapraklarını bırakıyordu ama onun dirilmesine bir çözüm yoktu. Yahut o hala bulamamıştı. Umut artık onun içinde tükenmekte olan bir kalem gibiydi. Hikaye yazıyordu ama kalemi de bitiyordu. Öyleyse ne olacaktı? Yarım mı kalacaktı? Sıkıntı ile bir ‘Of’ çekti. Bir kısır döngü içinde dönüyor gibiydi sanki. Karanlık bir dehlizde ışık arıyordu. İhtiyar “Hayırdır evladım bir sıkıntın mı var?”  Rahatsız olmuştu, konuşmak, birine manasızca sözcükler savurmak istemiyordu. Kestirip atmak için “Yok bir şey amca.” “Gözlerinde bir yorgunluk var sanki.” Onu tahlil ediyordu. Başını pencereden çekip amcanın yüzüne baktı. Bu sefer daha dikkatliydi. Yüzünde yaşanmışlıkların izi, gözlerine yalnızlığın gölgesi sinmiş, yaşlı istenmeyen bir adam… Diye düşündü. “Düşünüyorum…” Bu sırada tren hareket etmeye başlamıştı. “Neyi?” diye sordu. Soran ihtiyar bir amcaydı ama  o değil, bir başkası soruyordu bunu. Sanki içten, derinden gelen bir ses bu ihtiyarın bedeninde vuku bulmuş da o soruyordu. Sahi, o neyi düşünüyordu bu kadar derin, bu kadar kesintisiz? “Öyle düşünüyorum neyim, kimim, nereye aitim..? Bütün bu kainatta kendime bir yer arıyorum. Bir şey olmak istiyorum. Bir insan, bir eş, bir arkadaş… Bir sıfat bulup ismimin önüne kondurmak…” dedi. İçinden taşanlar  bir su gibi dökülüyor, süzülüp ırmaklara karışıyordu. “Neden bu kadar önemli senin için? Neden bu arayış?” dedi ihtiyar. “Zaman geçip gidiyor, biz yaşıyoruz peki ne için? Ne olmak için? Bende bunu arıyorum. Eğer bir sıfatın içinde var olursam belki bulurum bu sorunun cevabını.” dedi. Artık konuşmak isteyen oydu. Az önce kelimeleri savurmak istemezken şimdi savurduğu kelimelerde sorularına cevap arıyor gibiydi. “Sen çok yanlış bir yerdesin evlat.” dedi ihtiyar küçümseyerek. “Neden?” Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Neydi bu olanlar? İçinden bu akıp giden hisler… Oysa az önce sessizce yolu izlemek isteyen o değil miydi? Şimdi içinden taşan dalgaları durduramıyordu. “Eğer kim olduğunu bulmak istiyorsan önce kendi benliğinden çıkıp hiç olmalısın.” dedi. Kaşlarını çattı. Neyden bahsediyordu bu ihtiyar ? O biri olmak isterken hiç olmak nereden çıkmıştı? Zaten hiç değil miydi? “Ben zaten bir hiç değil miyim? Bak bana. Ruhsuz, etten kemikten bir hiç… Ne olduğunu bile bilmeyen, bunu arayan bir seyyahtan başka bir hiçim ben.” dedi. İhtiyar onu iyice bir süzdü. Yüzünde bir tebessüm oluştu. “Sen bir damlasın. Oysa derya yaratmak istiyorsun. Önce bir damla olduğunu kabullen.”  Yavaş yavaş ihtiyarın ne demek istediğini anlıyordu. Ne diyeceğini bilemedi “Ben…” diyebildi sadece, devamını  getiremedi. Dağınık düşünceler, beyninde bir isyana kalkmış, büyük bir gürültü koparıyordu.

“Kafanı kaldır bir bak dışarıya. Ne görüyorsun?” İhtiyarın sesi kendinden öylesine emindi ki ağzından çıkan her bir sözcük beyninde kopan isyana güçlü bir darbe vuruyordu.

“Uçsuz bucaksız bozkır, yapraklarını dökmüş kuru ağaçlar, sonbaharın getirdiği ölüm ve hüzün...” dedi. O an koca bir kainat pencereden göründüğü kadar gelmişti ona. “Senin gibi… Sen de sonbahar gibi ölüm taşıyorsun yanında. Bak şu yüklerine.” dedi. Gözlerini bavuluna çekti oysa ihtiyarın kastettiği yüklerin onlar olmadığını biliyordu. “Sen benliği taşıyorsun. Ölü bir cesedi taşır gibi. Sıyrıl ondan. Bırak bir cesedin yasını tutmayı. Sen bu ağaçlar gibi yeni bir doğuma hazırlan.” dedi. Artık cümleler onun beynine değil kalbinin tam içine işliyordu. Karşısındaki ihtiyar değil bir nakkaştı da kalbine ince ince ipliklerle bir doğum nakşediyordu. Yeni bir doğum… Bir diriliş... Kalp atışları hızlanmaya başladı. Alnından boncuk boncuk terler akıyor,gözleri karanlığa sürükleniyordu. Artık vücudu onun kontrolünden çıkmış, tarif edilmez bir teslimiyete bırakılmıştı. Neler olduğuna mana veremeden derin bir nefes alıp gözlerini araladı. Vagondaydı hala ama karşısındaki ihtiyar az önce onunla konuşan ihtiyar değildi. Endişeli gözleri gözlerinde buluşmuş, neler olduğundan bir haber “İyi misin evladım? Rüya görüyordun zannımca.” dedi. Artık anlıyordu ne olduğunu, neyi aradığını… “Uyandım ihtiyar, derin bir uykudan uyandım.” dedi.Yüzünde umut dolu bir tebessümle. “Ama bu bir bedenin değil ruhun uyanışı...” dedi.

 

Zehra ÇİFTÇİ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

EVİN PORTRESİ- Leyla ARSLAN

     EVİN PORTRESİ  ... Evdeyim, burda çocukluğumun sıcak ekmek kokusu var. Sabahları erken öten kuşların, akşamları şehri kuşatan çiçek kokularının, tanıdık bütün sokakların, yol ayrımlarının ve denize bakan bütün evlerin... O evlerde geçen hatıraların izi var. Üstünden yıllar da geçse buraya gelir gelmez aradığım bir şeyi bulur gibi oluyorum. Henüz unuttuğum o taze bilgiyi hatırlamanın çabukluğuyla bir rahatlama alıyor içimi: bir huzur, belki de güven.. Kendimi güvende hissettiğim bir kuytu burası. Gölgesinde acılarımı dindirdiğim, bazen de bütün acılarımı yeniden hissettiğim bir yer... Duvarlarla sınırlı bir mekan olmaktan öte, penceresinden göğe uzanabildiğim... Denizi bütün genişliğiyle içine alabildiğim bir ova burası… Yeni biten otların üzerine uzanıp tatlı rüyalara daldığım bir ova. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin elinden tutup aynada yetişkin bir kadına dönüştüğüm o kutlu yer. Evdeyim. Annemin mutfaktaki varlığı loş bir ışık olup odama yansıyor. ...

ÖLÜM VE YAŞAM ÇİZGİSİNDE ADALETİN TEMSİLİ- Tolga AYDIN

    ÖLÜM VE YAŞAM ÇİZGİSİNDE                   ADALETİN TEMSİLİ “Dünyaya geldiğim anda Yürüdüm aynı zamanda İki kapılı bir handa Gidiyorum gündüz gece” Aşık Veysel   Ölüm ve yaşam perspektifinde yaşamını idame ettiren insanın amansız mücadelesi tüm anlatılarda temsili bir sahnede yer alır. İnsanın iyilik ve kötülük dairesinde kendince anlam arayışında olması ve bunun temsilinin metne ve sahneye aktarımı dikkate değerdir. Edebiyat ve sanatın göstermeye bağlı anlayışını gözler önüne seren temsil sanatı, tragedya, trajedi, tiyatro ve birçok türeviyle Dünya edebiyatında kendini önemli bir yere konumlandırmıştır. Tanrı hükmü, adalet, kader, hırs, intikam ve isyan bilincinin insan zihninde, eylemlerinde ve bilincinde tezahürü trajedinin başlıca konularındandır. Bu çalışmada da William Shakespeare’nin Hamlet eseri ve Sophokles’in Antigone eseri üzerinden karşılaştırmalı olarak bahsi geçen başlıkların karakter...

KALIN TÜRK: İSMET ÖZEL- Kemal AKIN

                KALIN TÜRK: İSMET ÖZEL     Günümüz Türk Edebiyatı’nın yaşayan en büyük şairlerinden; İslam’ın, Türk ülküsünün savunucusu; fikir adamı, "değişimler şairi", “celladına gülümseyen adam”: İsmet Özel…     1944 yılının Eylül ayının 19.günü, Kayseri’de dünyaya geldi. Sökeli bir babanın altıncı çocuğudur. Öğrenim hayatı ve çocukluğu ülkenin çeşitli yerlerinde geçirdi. Babası ile muhabbeti kendi deyimiyle "o, öldükten sonra" başlar. Manevi açıdan derin bir çocukluk yaşayan Özel, Ankara Gazi Lisesi'nde öğrenimini tamamladı. Artık vakit, üniversite vaktiydi.1962 yılında, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kayıt yaptırdı. Bu dönemlerde 'şiir' ile ilgisi, disiplinli bir şekilde devam etti. Çocukluğundan beri  şiirle uğraşan Özel, o dönemden aldığı ruhla şiire devam etti. Daha sonra ikinci sınıfa geldiğinde -okula devam edebildiği halde- okulu bırakma kararı aldı. Daha sonra Hacettepe Ünivers...