EN / GEREK
Geçen gün ihtiyaçlarımı gidermek için bir alışveriş merkezine gittim. Daha alışveriş merkezinin içine girmeden dışındaki reklam ve marka panoları bana ve benim gibi alışverişe gelmiş onlarca insana göz kırpmaya başlamıştı bile. Direnerek gözlerimi onlardan çevirmeye çalıştım fakat kendilerinden son derece emin bir şekilde içinde bulunduğumuz marka popülizmine dayanarak, bıçkın mahalle delikanlılıklarına güvenerek beni alt etmeye çalıştılar.
Ben de dışarda yaşamış olduğum bu olayı bir an önce atlatabilmek için kendimi alışveriş merkezinin içine attım. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak nedir, nasıl olur hiç bilmezdim. Ve bunu bir alışveriş merkezinde yaşayacağımı da hiç tahmin etmezdim açıkçası. Ama gelin görün ki tahminini edemeyeceğim, hayalini dahi kuramayacağım keşmekeşlik ve bilinmezlik yumağının içinde buldum kendimi.
Bu cümleleri okuyanlar haklı olarak şöyle bir çıkışta bulunacaktır:
"Kardeşim ilk defa mı alışveriş merkezine gidiyorsun?"
"İlk defa mı böyle bir görüntüyle karşı karşıya kalıyorsun?"
Elbette ilk defa alışveriş merkezine gidip, ilk defa böyle bir görüntüyle karşı karşıya kalmıyorum.
Fakat bu yaşadıklarım geçmişte yaşamış olduklarımdan daha farklıydı sanki. Alışveriş merkezinin içindeki dükkan sayıları artmış, dükkanın içindeki ürün yelpazesi farklılaşmış, ürünün ederini belli eden etiketler sıfırın başındaki rakamdan bağımsız olarak bol sıfıra boyanmış.
Müşteriyle ilgilenen -ilgilenmek zorunda kalan da diyebiliriz- çalışanların yüzündeki bıkkınlık ve sıkkınlık hali müşteriyi alışveriş yapmak üzere girdiği mağazandan gerisin geriye uzaklaştırıyor. İhtiyaca binaen güç bela mağazaya giriliyor. Girilen mağazanın deneme kabinleri lunaparktaki korku tünellerini andırırcasına müşterileri tarifsiz bir şekilde boğuyor ve korkutuyor.
Alışverişi bitirmek üzere kasaya doğru ilerleyen ayaklar taşıdığı bedene veryansın ediyor. 'Kendisine zulüm edildiğini, acı çektirildiğini ve bu katlanılası zor durumları yaşamak istemediğini' taşıdığı bedene tökezleyerek aktarmanın derdinde.
Yaşadıklarım üzerine alışveriş merkezinin bir köşesine oturdum ve kendimle tartışmaya başladım. Kendime sorular sorup cevaplarını dört bir yanımı referans alarak cevaplamaya çalıştım. Ve son tahlilde ağzımdan şu cümle döküldü:
"Bu menfi durumların bir sebebi ve sebebe dayalı, çözüm odaklı reçetesi olmalı."
Evet!
Bu girdaptan çıkabilmek için bir reçete...
Elime kağıt ve kalemi alarak reçete oluşturmaya karar verdim. Sıcağı sıcağına bunu yapabilirsem daha tesirli olur diye düşündüm ve kağıdın üstüne sadece iki kelime yazdım:
"İstek" ve "ihtiyaç".
Elimizi attığımız vakit o şeyin ihtiyaç ya da istek olduğuna o an karar veremeyiz. Zira sol yanımız ağır basar ve ihtiyacımız olduğuna bizi inandırır. Bundan mütevellit sorgu suali o an yani haz ve hız peşindeyken değil, dingin ve sakin kafayla yapıp öyle yola revan olmalıyız. Kendimizi, ailemizi, yakınlarımızı ve çevremizi düşünüp bu düşündüklerimizi ihtiyaç ve istek dediğimiz ölçütlere de düşündürüp sonra "devam" ya da "tamam" demeliyiz.
Kendimizi kandırarak; "Bunun böyle olması gerekiyordu ve böyle oldu." minvalinden uçurtmalarla gökyüzüne uzanırsak o uçurtmanın yönünü rüzgarın tayin edeceğini bilerek adım atmalıyız.
Ne için?
Sonu uçurum, sonrası pişmanlık olmasın diye…
Sadık BÜYÜKSAKARYA
Yorumlar
Yorum Gönder